Şira, köye geleli yedi gün olmuştu. Geldiği günden beri zamanın akışı değişmiş gibiydi. Yağmurlar başlamış, köyün hemen yakınındaki kurumuş göl yeniden suyla dolmuştu. Yedi gündür aralıksız yağan yağmur, sanki gökyüzüyle yeryüzü arasında unutulmuş bir sözleşmenin yerine getirilişi gibiydi. Yağmur dindiğinde güneş açıyor, gökyüzünde çift gökkuşağı beliriyordu.
Köyün inekleri daha çok süt vermeye başlamıştı. Ekinler yeşermiş, doğa canlanmıştı. Sungur Bey, bu olanları yapılan ritüellere, edilen dualara ve geceleri tutulan nöbetlere bağlıyordu. Köydeki birlik, beraberlik ve sevgi artmıştı.“Tengri rahmetini bizden esirgemiyor,” diyordu kendi kendine.
Şira ve Ulaş, her geçen gün birbirlerine daha çok alışıyorlardı. Ulaş, Şira’ya karşı içgüdüsel bir koruma hissi geliştirirken, Şira da Ulaş’ı —yani aslında pek de tanımadığı babasını— tanımaya, anlamaya çalışıyordu. Her davranışını, her kelimesini ezberliyor, hafızasına kazımaya çalışıyordu. Ulaş onun için sadece bir baba değil, aynı zamanda merakla çözmeye çalıştığı bir bilmeceydi.
Bir gün, gölün yeniden dolduğunu duyan Şira ve Ulaş, diğer çocuklarla birlikte göl kıyısına gittiler. Gölün kenarında oynamak serbestti ama içine girmek yasaktı. Çocuklar taş sektiriyor, balıkların su yüzeyinde görünmelerini heyecanla izliyorlardı.
O sırada Ulaş, Şira’ya etraftaki faydalı bitkileri tanıtmaya başladı:
“Bak, bu ısırgan otu… Kansızlığa ve diz ağrılarına iyi gelir.Bu adaçayı, boğaz ve diş ağrılarına birebirdir.Bu da sarı kantaron... Mide sancısına, yaraların iyileşmesine ve iç sıkıntısına iyi gelir.”
Şira hayretle dinliyordu.Ne kadar çok şey biliyor… Ne kadar zeki bir babam varmış,diye düşündü.
Diğer çocuklar oyunlarına devam ederken, Ulaş şifalı otları anlatmaya devam ediyordu. Şira, onun dedesini iyi gözlemlediğini ve söylediklerini dikkatle dinlediğini fark etti. Ulaş hem dikkatli hem de olgundu. Konuşmaya başladığında insanı etkileyen bir ses tonu vardı.
Tam o sırada, göl kıyısında bir karmaşa oldu. Ağaçların arasından yaralı bir alageyikçıktı. Gözleri korkuyla doluydu, bacağından kan sızıyordu. Bağırarak yardım ister gibiydi. Çocuklar geyik etrafında toplanmış, merakla izliyordu.
Ulaş hemen harekete geçti:“Çocuklar! Uzaklaşın! Geyik ürkmesin!” diye bağırdı.
Sonra hızla yere eğilip civanperçemive sarı kantarontopladı. Üzerlerindeki toprağı üfledi, temizledi, bir taşla ezerek merhem hazırladı. Geyiğe yaklaşırken, elinde doğanın gücünü taşıyordu.
Ama o anda Şira, içinden gelen bir sese kulak verdi. Göle yürüdü. Avuçladığı suyu dikkatle taşıyarak geyiğin yanına geldi. Gözleri kapalıydı, yüzü sakindi. Suya bir niyet yüklemiş gibiydi.
Eline aldığı suyu yaraya döktü. Sonra sezgisel bir şekilde elini geyiğin yarasına koydu.
Zaman bir an için durdu. Çocukların sesleri, rüzgâr, her şey silikleşti. Şira’nın avucundan sıcak bir enerji yayılıyordu. Parlak, neredeyse görünmez bir ışıltı gibi. Geyiğin nefesi düzeldi, yarası önce duruldu, sonra kapandı. Hiç iz kalmamıştı.
Geyik bir süre sonra titreyerek ayağa kalktı. Şira’ya döndü. Başını üç kez salladı, sonra gözden kayboldu.
Ulaş şaşkınlık içindeydi.Çocuklara dönüp gülerek,“Gördünüz mü doğanın gücünü? Şifalı otlarım böyle tesirlidir,” dedi.
Ama içindeki düşünceler çok daha derindi.Bu kız… Şira… O bir yarayı elleriyle iyileştirdi. Gerçekten kimdi o?